EVRENDEN EVRİME

Evreni anlamak için birçok bilimden yararlanırız ama bu işin odağında fizik var. Evrende fizik olmadan açıklanması mümkün olmayan temel kuvvvetlerin varlığı, çekim kuvvetlerinin harekete etkisi ve ışığın yayılması gibi şeyler var. Elektromanyetik dalgaları keşfetmeden önce ise evreni yeterince açıklayamıyorduk. O zamanlar alanımız mekanik, elektrik ve manyetik alan olarak sınırlıydı. Şimdi işler değişti, dalgaların varlığı kanıtlandı. Bu sayede milyonlarca yılda yanına gidip gelerek açıklayabileceğimiz şeyleri, ışığı, yani bize gelen elektromanyetik radyasyonu inceleyerek ve maddelerle iletişimde tanecik gibi davrandıkları için açıklayabiliyoruz.

“Kozmoloji ve astronomi” dediğimiz bilim dalları sırasıyla evrenin yapısı ve kökeni, gök cisimlerinin konum ve hareketleri ile ilgilenir. Ama bunu fizik olmadan ya da fizik çalışmaları için üretilen aygıtlar olmadan inceleyemez. Ayrıca kozmolojinin birden çok astronomi dallarından yalnızca biri olduğunu belirtmekte de yarar var. Konunun kafalarda düzenli bir taslak oluşturmasını istediğimden ve yararı olacağını düşündüğümden önce astronominin, daha sonra ise modern astronominin dallarını sıralamak istiyorum.

Astronomi, konularına göre yıldızların oluşumu, gözlemsel astronomi, güneş sistemi, galaksi dışı gök bilimi, kozmoloji ve galaktik gök bilim gibi alt dallara ayrılırken, gözlem dallarına göre ise ışık, nötrino (ışık hızına yakın hıza sahip olan, elektriksel yükü sıfır olan ve maddelerin içinden neredeyse hiç etkileşmeden geçebilen temel parçacıklardandır), radyo dalgaları, gözle görünen ışık, y ışınları, x ışınları, mor ötesi ışınlar ve kızıl ötesi ışınlar gibi alt dallara ayrılır. Başka dalları da vardır; örneğin arkeoastronomi (gök bilimi araştırmalarının nasıl yapıldığını inceler), astromatematik (yörüngelere dair hesaplamalar yapar), astrokimya (gök cisimi ortamlarının kimyasal yapılarını inceler), astrobiyoloji (gök cisimlerindeki yaşam olasılığını ve ortamlarını inceler), astrojeoloji (erendeki cisimlerin yapı ve oluşumunu inceler), astrofizik (gök cisimleri arasındaki elektromanyetik dalgaları inceler), gök mekaniği (gök cisimlerinin hareketlerinden doğan olayları inceler), astronometri (gök cisimlerinin poziyonlarını ortaya koymakla ilgilenir), spektroskopi (gök cisimlerinden radyasyon çıkışını inceler), fotometri (tam spektroskopi denilir ve uzaydan gelen radyasyonun yoğunluğunu ölçer.). Sanırım bu örneklerden sonra astronominin tam olarak nelerle ilgilendiği açıkça ortada.

Bu arada astrolojinin tüm bunlarla ilgisi olmadığını, daha doğrusu bilimle ilgisi olmadığını belirtmekte de yarar var. Astrologlar, gök cisimleriyle ilgili bir takım hesaplarla mistisizmi, dini vb. ilişkilendirerek insan ilişkilerini yorumlamaya çalışır ve onlara göre evren değişmez bir statiktir. Oysa bilim insanları evrenin merkezsiz ve dinamik olduğunu buldular.

Bunlardan söz etmişken önce “Nedir bu evren?”, “Evrenin uzaydan farkı var mı?”, “Nasıl oluştu?” ya da “Başlangıcı var mı?” diye sorup, sonuyla ilgili merakımızın cevaplarını tümden dünyamıza gelerek açıkladıktan sonra vereceğiz.

Evrenin ne olduğunun cevabı tek olsa da uzay hakkında birden çok yorum karşımıza çıkıyor. Kozmolojik ilke evrenin homojen ve izotropik (her doğrultuda aynı) olduğunu ortaya koyar. Evrenin neresine bakarsak bakalım aynı genişlemeyi görürüz. Bütün anlamına gelen kozmos-düzen-bütün ile kozmoloji evren bilimi anlamına gelir. Yani evren doğadır desek yeridir ve uzaydaki her şey ile uzayın kendisinden oluşur. En mantıklı yorum olarak uzaya ise yalnızca “keşfedilmiş evren” diyenler var ve bu gözlemlenebilir evren şimdilik 93 milyar ışık yılı genişliğinde. Işığın 1 senede aldığı yol ise 9.460.700.000.000 km (yaklaşık 9.46 milyar km) uzunluğundadır. Işık yılına “ly” denir ve saniyede 299.792 km’dir ve kısaca 1 Iy Samanyolu galaksisi 100.000 Iy çapındadır. Ayrıca uzayın büküldüğünü, dalgalandığını ve genişlediğini gözlemledik. Bunu uzayı kütle çekimi olan maddelerden oluşan sıvı bir yapışkanla dolu gibi düşünürseniz daha kolay algılayabilirsiniz. Kimi bilim insanları dünya ile uzay arasındaki sınırı tanımlarken ise 30 km gibi alçak bir irtifaya veya 1,6 milyon km gibi devasa bir uzaklığa işaret edebiliyor. Buna yaklaşık yarım yüzyıldır “Kármán Hattı” diyorlar. 1900'lerde fizikçi Theodore von Kármán sınırın deniz seviyesinden yaklaşık 80 km yukarıda olduğunu belirledi. Bu uzay sınırı bugün Kármán hattı olarak biliniyor. Uluslararası Havacılık Federasyonu (FAI) ise uzayın 100 kilometre yukarıdan başladığını tanımlar. "Uzay" ile “uzay olmayan yer" arasında kolay bir ayrım yok ve dünyanın atmosferi birden yok olmuyor, yaklaşık 1000 km boyunca inceliyor. Eğer uzayı atmosferin yok olduğu yer olarak tanımlarsanız ortalama 380 km yükseklikteki yörüngede dönen ”Uluslararası Uzay İstasyonu” uzayda olmaz.

Evrenin çoğu canlıyı, maddeyi vb. meydana getiren baryonik maddeden oluştuğu düşünülürken şu an belirlenemeyen bir madde; elektron, proton, nötronlardan farklı, başka bir madde ile dolu olduğu biliniyor. Ayrıca evrenin “düzen” anlamına gelmesine bakmayın, evren kusursuz değildir. Evren genişledikçe galaksiler bizden uzaklaşır, her galaksi bir diğerinden uzaklaşır, soğuyor gibi göründüğünü biliyoruz ve sonunda donabilir, her şey aynı elementlerden oluşur ve dünya gezegeni yaşam olduğu bilinen tek yerdir. Bildiğimiz her şeyden daha yaşlı olan evrende keşfedebildiğimiz kadarı ile evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 300 sekstilyon (3 × 1023 (10 üzeri 23)) yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca evren ışık hızından daha hızlı genişler. Oysa biz insanlar olarak ışık hızını limit olarak belirleriz. Ve eğer büyük patlamayla evren oluştu ve sonsuzsa, evren kendi içinde genişlemektedir. Bir anlığına durup, Güney Kutbu’ndaki aynı noktada kesişen boylamları ve onları yol boyunca kesen enlemleri düşünün. Fiziğe göre zaman ve mekan yani dolasıyla evren, bu enlemler gibi Güney Kutbu’ndan (varsayımsal başlangıçtan, büyük patlamadan) uzaklaştıkça genişliyorlar. Ancak kesiştikleri noktanın daha güneyinde hiçbir şey yok.

Bu arada açıklamada yarar var, büyük patlama terimi tam olarak karşılığını vermiyor. Aslında bu terim 1949 yılında BBC'de yayınlanan "Eşyanın Tabiatı" isimli bir radyo programına katılan İngiliz Fizikçi Fred Hoyle'un konuşmasından geliyor. Büyük patlama aslında "tekillik noktası" denilen bir noktadan genişlemeyi açıklayan kozmolojik bir model. Hepsi bu.

Ayrıca büyük patlama yaratılış anı değildir. Büyük patlama yaşadığımız gözlemlenebilir evreni oluşturdu, ama her şey büyük patlamayla oluşmadı; çünkü büyük patlamadan önce kozmik enflasyon vardı ve büyük patlamayı da kozmik enflasyon oluşturdu.

Uzay ve zaman büyük patlamayla oluşmadı: Kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesinin getirdiği sınırlamalar sebebiyle ölçebildiğimiz ilk an 5,39 × 10 üzeri −44 saniyedir. Kozmik enflasyon bile daha sonra başlamıştır. Oysa büyük patlama kozmik enflasyon bittikten sonra 10 üzeri -32. saniyede gerçekleşti; yani büyük patlamadan önce de zaman vardı. Sadece bizim zamanımız değildi.

Ayrıca kozmik enflasyon teorisine göre iki büyük patlama var. Planck anında başlayan kozmik enflasyon (soğuk büyük patlama) ve kozmik enflasyonun gözlemlenebilir evrende sona ermesiyle oluşan sıcak büyük patlama (okulda öğretilen ve belgesellerde gösterilen bildiğimiz büyük patlama).

Büyük patlama’dan çok daha önce ne olup bittiği hakkında pek bir şey bilmesek de, Büyük patlama’nın kendisinin evrensel fizik yasalarına ve maddeyi oluşturan kimyasal elementlere yol açan bir dizi olayı başlattığını biliyoruz. En basit haliyle büyük patlama, evrenin küçük bir tekillik ile başladığını söyler ve sonrasında da bugün bilebildiğimiz kadarıyla yaklaşık 13.8 milyar yıldır da şiştiğini ileri sürer. Evrenin yalnızca %5’lik bir kısmı gezegenler, yıldızlar ve gökadalar gibi "karanlık olmayan maddeden” oluşmuştur. Bu da şu anlama geliyor: Zaman geçtikçe artık kimse Dünya'dan ya da gökadamız içerisindeki herhangi bir yerden diğer gökadaları saptayamayacak. Büyük patlamayı doğrudan göremediğimiz için günümüz teknolojisindeki büyük süper bilgisayarlarla, evrenin 4000 versiyonunu simüle ederek büyük patlamadan sonraki aşamalar modellenmeye çalışılıyor.

İlk andan itibaren evren bu tekil yoğunluktan genişlemeye başlamış, hızla devam eden genişleme sürecinde zamanla atom çekirdeklerinin (hidrojen, helyum ve çok az lityum) oluşabileceği kadar düşük yoğunluk ve sıcaklığa ulaşmış, yeterince genişledikten sonra ise bu hidrojen ve helyum gazlarının kütleçekimsel etkilerle kendi üzerlerine çökmeye başlaması sonucu ilk yıldızlar ve galaksiler oluşmuştur. Aradan geçen milyarlarca yıl içinde bu ilk (ve büyük kütleli) yıldızlar patlayarak çekirdeklerinde oluşan karbon, oksijen, azot, silisyum ve demir gibi bugün periyodik tabloda gördüğümüz ağır elementleri uzay boşluğuna saçtı. Sonraki kuşak yıldızlar, yıldızlararası boşluğa saçılan bu ağır elementleri de içerdiği için kayalık yüzeye sahip ve yaşamı destekleyebilecek gezegenler de içeren yıldızların oluşması mümkün oldu.

Uzak galaksi kümelerinden gelen ışığın kırmızıya kaymasının, “doppler etkisi” nedeniyle gerçekleştiği varsayımına dayanılarak evrenin genişlediğini söylüyoruz. Doppler etkisi, ışığın veya sesin, yani bir “dalganın uzaklaştıkça dalga boyunun” büyümesi, yakınlaştıkça küçülmesidir. Şöyle ki, bir ışık kaynağı sizden uzaklaşıyorsa, ışığın giderek kırmızılaştığını, yaklaşıyorsa mavileştiğini görürsünüz. Tıpkı sesin uzaklaştıkça pesleşmesi, yakınlaştıkça tizleşmesi gibi. Bu da şu demek oluyor; uzak galaksi kümelerinin ışıkları hafifçe kırmızıya doğru kayıyorsa, bizden uzaklaşıyor olmalılar. Eğer gökyüzünün her yanındaki uzak galaksi kümeleri bizden uzaklaşıyorsa, aslında evrenin genişlediğini düşünebiliriz.

Yaklaşık 13,8 milyar yıl önceki büyük patlamadan, bir müddet sonra mevcut sis dağıldı ve ışık da serbest kalarak evrenin her yanına dağıldı. Bu ışımanın izinin bulunması 1964’te gökyüzünü dinlemek için yapılan bir antendeki parazitin varlığı ile ortaya çıktı. Sıkı durun evrenin oluştuğu zamanlardan gelen bu ışığa hepiniz rastladınız. TV’de kanal değiştirirken ekranın karıncalanmasının yüzde 1’lik sebebi bu parazit. Tam başlangıç anını ise en gelişmiş teleskoplarımız bile inceleyemiyor çünkü başlangıç ile 380.000 sene sonrası arasından gelen bir ışık yok. Sisli havada su zerreciklerinin ışığı saçtığı gibi, boşta gezen elektrik yüklü protonlar (+) ve elektronlar (-) da ışığı saçıyor.

1x10 üzeri -43. saniyede, evren inanılmaz ölçüde küçük, yoğun ve sıcaktı. Kuantumca konuşmaya başlıyoruz dikkatinizi çekerim. Kuantum fiziği atomaltını inceleyen fizik dalı. Bu evrede kuantum teorisi ile yerçekimi teorisinin birleştiği düşünülüyor ki bu modern fiziğin ulaşmaya çalıştığı "her şeyin teorisine" işaret ediyor. Yalnız henüz kanıtlanmadığını söyleyelim. Evren ışık hızından hızlı bir şekilde 80 kez ikiye katlanarak genişledi. Buna enflasyon teorisi deniyor. Enflasyon devresi büyük patlamanın “patlama” kısmı. Evren, genişledikçe de soğuyor.


Peki büyük patlamadan önce bir şey var mıydı?
Burada iki seçenek göze çarpıyor:


- Hiçbir şey yoktu, evet hiçbir şey yoktu. Biz maddeleri atomların formasyonu dolayısıyla kavrar ve bilinç düzeyine ulaştırırız. Büyük patlamadan önce bu kadar çeşitli formasyonların olmadığı bir ortamda mutlak sıfır derece sıcaklıkta sonsuz boşluk var olduğu düşünülüyor. Ve bu evrende zaman ve mekan kavramı yok. Yani bizim bildiğimiz anlamda bir "ortam" bir "akış hali" yok. Çünkü bizim varoluş dediğimiz kelimenin o evrende karşılığı yok.


- Büyük patlamadan önce yine evren var olabilir. Muhtemelen şu an içinde var olduğumuz görünür evreni oluşturan maddeyle bire bir aynı özelliklerde olmayan fakat zorunlu ve nitel olarak belirli bir ilişki içinde olan "eski" evren.


Peki evrendeki ilk atom nasıl oluştu?


- Bu boşluklu evrenin enerjisi tekil bir noktada toplandı. Yani günümüzdeki evreni oluşturacak, sizi ve bizleri oluşturan her bir atom o tekil noktanın üzerinde idi. Binlerce teli alıp elinizle sıkıştırdığınızı ve avucunuzun içinde tutup aniden bıraktığınızı düşünün. İşte evrendeki atomlarda aynen böyle tek bir noktadan patlayarak etrafa doğru yayılmaya başladı. Evrenimiz bu sebeple sürekli genişleyen, giderek soğuyan bir yapıya sahip oldu.


Peki evrendeki ilk hücre nasıl oluştu?


Dünya tarihi hakkında elimizdeki bilgilere dayanarak bundan yaklaşık 4 milyar yıl önce yaşamın ilk tohumlarının atıldığı söylenebilir ancak yaşamın ilk tohumlarının karşılığının birkaç yüz milyon yıl sonra alındığı düşünülüyor. Bu, ilk tek hücreli organizmaların ortaya çıktığı zamanı içinde bulundurabilecek kadar son derece geniş bir zaman dilimi gibi görünüyor.

- Dünyanın ilk halleri: Dünya inanılmaz sıcaklıklara sahipti. Su yoktu. Uzun yıllar asteroid yağışına maruz kalan dünya asteroidlerin içindeki suların asteroidlerle beraber eriyerek birleşmesi ile büyük okyanuslara sahip oldu. Daha sonraları buzul dönemine giren dünyada yaşam çok uzun zaman boyunca imkansızdı.

- Dünya canlılığa başlarken: Dünyanın etrafındaki buz kabuğu nedeniyle dünyanın çekirdeği tıpkı bir düdüklü tencere gibi giderek ısındı, basıncı arttı ve en sonunda buzları kırarak volkanlarla lav püskürtmeye başladı. İklimimizin dengelenerek, bildiğimiz anlamda su ve kara formasyonu oluştuğunda hala denizlerin içinden yüzeye doğru sıcak hava püskürten "su bacaları" diye tabir edebileceğimiz yapılar vardı. Yani denizin dibinden yüzeye doğru, dünyanın ısısını ileten bir baca.

- Su bacalarında neler oluyor: Denizin en dibinde yer alan bacaların yanında artan sıcaklık nedeniyle suyun içindeki atomlar rastgele çarpışıyor, yağ asitleri başta olmak üzere keton, aldehit gibi organik moleküller oluşturuyordu. Oluşan moleküller sıcaklığın etkisiyle bacaların yanından ayrılarak yüzeye doğru biraz yükseliyordu. Fakat kimyasal ortam fazlasıyla karışıktı. Bu yüzden anlamlı bir hücre formasyonu oluşamıyordu.

- Yağ asitleri: Kimyasal evrim tasviri burada doğuyor. Oluşan moleküllerden sadece yağ asitleri suda yükselerek, yerçekimine karşı gelebiliyor, diğer moleküllerin bir çoğu oluştuktan sonra yüzeye tekrar batıyordu. Dolayısıyla yağ asitleri görece olarak diğer moleküllerden kendini soyutlamıştı. Yağ asitleri uygun konsantrasyonlarda top diye tabir edebileceğimiz formasyonlar oluştururlar. Çünkü bir suyu seven bir de suyu sevmeyen uçları vardır. Dolayısıyla suyu seven ucu dışa suyu sevmeyen ucu içe gelecek şekilde yağ asitlerini bağlayabilir ve suyu sevmeyen kısmını sudan soyutlayabilirsiniz. Yani yağ asitlerinin hidrofobik (su sevmeyen) ucu dolayısıyla yağ asitleri bir top formu alarak bugün bildiğimiz plazma membranlarını oluşturdu. Dikkat edin hala canlı değil.

- Canlılığın ilk adımları: Plazma membranları (içi boş topcuklar) rastgele oluşuyordu. Hatta bazı plazma membranları oluşurken içinde başka molekülleri hapsediyordu. Böylece içine hapsettikleri molekülleri dış kimyasal ortamdan da soyutluyordu. Bizim canlılığımıza köken verecek molekülleri hapsedene kadar bu biyolojik seçim yıllarca devam etti. Hatta o süreçte başka hücrelerin de oluştuğu fakat günümüze köken verecek kadar dayanıklı formasyonda olmadığı düşünülüyor.

- İlk canlı hücrenin özellikleri: Çekirdeği yoktu. Esasında hiçbir organeli yoktu. Sadece kendini eşleyebilen bir RNA'sı (DNA değil) vardı. Bütün canlılık bu hücreden sürüklenerek geldi. Yani canlı olan herkes her şey akraba.


Peki ya dünyanın tıpkı evren gibi doğal holistik yapısına ne diyeceksiniz?


- Pangaea ya da Pangea, Paleozoik sonları ile Mezozoik başlarında var olmuş dördüncü ve son süperkıtadır. Yaklaşık 335 milyon yıl önce daha önceki erken kıta parçalarından toplanarak bir araya geldi ve yaklaşık 200 milyon yıl önce ayrılmaya başladı. Günümüzdeki yeryüzünün aksine, bu süperkıtanın daha fazla bir kısmı güney yarımkürede bulunuyordu ve etrafı süper okyanus Panthalassa ile çevriliydi. Pangea magma tabakasındaki konveksiyonel hareketler sonucunda güneyde Gondvana ve kuzeyde Laurasia (Lavrasya) olarak ikiye bölünmüştür. İlerleyen evrelerde bu 2 kıta daha fazla parçaya ayrılarak günümüzdeki kıtalara dönüşmüştür. Pangea, günümüze kadar var olan süperkıtaların sonuncusu ve jeologlarca biçimi ortaya çıkarılanların ilkidir.


Peki ya insanın evren yapılı olması?

İnsanın evrimi, insanların kuyruksuz büyük maymunsu (İng: ape) atalardan türeyip değişim gösterdiği uzun bir süreçtir. Bilimsel kanıtlar, tüm insanlar tarafından paylaşılan fiziksel ve davranışsal özelliklerin kuyruksuz büyük maymunsu atalarından kaynaklandığını ve yaklaşık altı milyon yıllık bir dönem boyunca geliştiğini göstermektedir.

İnsanları oluşturan atomların en az 5 milyar yıl önce süpernova halinde patlayarak içindekileri uzaya döken eski yıldızların çekirdeğinde oluştuğu biliniyor. Bu da bizi evrene bağlıyor. İnsanların ortaya çıkışını düşündüğümüzde ilk olarak, hemen hemen her canlının evrim süreci boyunca başka bir şeyden evrimleştiğini bilmemiz gerek. Örnek verecek olursak, dünyada bilinen ilk yaşam örneği yaklaşık 3,5 milyar yıl öncesine dayanıyor. Üzerinden geçecek olursak bu erken yaşam, bugünden çok farklı bir dünyada, gözle görülemeyecek kadar küçük, su altında yaşayan minik mikroplar şeklinde başlamıştı. O sırada kıtalar henüz yeni oluşuyor, havada oksijen bulunmuyordu. O zamandan beri, dünyadaki yaşam inanılmaz bir şekilde değişti ve birçok şekil aldı. Oysa dünya tarihinin ortasında (1,8 milyar ila 800 milyon yıl önce) yaklaşık bir milyar yıl boyunca, dünyadaki yaşam büyük cıvık bir tabakadan başka bir şey değildi. Günümüzde yaşayan tüm insanlar, Homo sapiens türüne ait. Bununla birlikte, eski insan akrabamız olan Neandertaller (Homo neanderthalensis) de dahil olmak üzere, bizden önce gelen hominin adında uzun bir soy hattına sahip bir aile üyemiz var. Homo sapiens, bugün yaşayan tek hominin. Homininler ilk olarak milyonlarca yıl önce ortaya çıktı, uzun bir süre içinde evrim yoluyla genel olarak çok az değişti. Kulağa saçma gelebilir çünkü sokakta birinin yanından geçerken onun köpek ya da kedi değil de insan olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Fakat 100.000’den fazla nesil önce yaşamış, ilk atamız Lucy (aşağıda onun hakkında daha fazlasını bulabilirsiniz) ile aranızdaki fark, bir insan ile köpek arasındaki farktan çok daha az. Bu yüzden sorunun cevabı biraz daha karmaşık. Bu nedenle iki cevap verilebilir, doğru olduğunu düşündüğünüz cevaba siz karar verin. İlk cevap, ilk “insanın” türümüzün ilk üyesi olan Homo sapiens olduğunu varsaymak. Bu kişi tıpkı sizin ve benim gibiydi. Türümüz Homo sapiens’in şimdiye kadarki bilinen en eski iskeleti Fas’ta bulundu ve yaklaşık 300.000 yıllık. Bu atamızın, Neandertaller ve Denisovalılar da dahil olmak üzere insan ailesinin diğer üyeleriyle aynı zamanda yaşamış olması muhtemel. Arkeologlar, bizi bu diğer eski insan türlerinden neyin farklı kıldığını uzun bir süredir tartışıyor. Cevap muhtemelen beynimiz ile alakalı. Homo sapiens’in sanat ve dil gibi uğraşları olan tek tür olduğunu düşünüyoruz ancak son keşifler Neandertallerin de birer sanatçı olduğunu öne sürüyor. Homo sapiens’in neden hayatta kaldığını ve hominin ailemizin geri kalanının neden hayatta kalmadığını kesin olarak bilmemiz zor. Ancak Fransa ve Endonezya’da bulunan bazı harika erken mağara resimlerine yol açan yaratıcılığın, son 100.000 yılda başarılı olmamıza yardımcı olmuş olabileceği ihtimali yüksek. Soruya verilebilecek bir başka cevap ise ilk “insanın”, şempanze ve gorilleri de kapsayan geniş ailemizin geri kalanından ayrılan ilk hominin olduğunu varsaymak olur. İlk atamızın kim olduğundan tam olarak emin olamayız ancak birçok bilim insanı Australopithecus afarensis’in iyi bir ihtimal olduğunu düşünüyor. Bu tür, bakınca bize farklıymış görünebilir ancak yine de dik yürüyebiliyor ve taştan aletler kullanabiliyordu. Buna en güzel örnek, ünlü bir fosil iskeleti olan Lucy verilebilir. Lucy’nin iskeleti Afrika’da bulundu ve diğer eski hominin iskeletlerine kıyasla elimizde daha fazla iskeleti bulunsa da, iskeleti eksiksiz değil. Bu durum, ilk “insanın” kim olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor. Lucy, yaklaşık 3,18 milyon yıl önce hayattayken vücudu kıllarla kaplıydı. Kemikleri, yetişkin olduğunu gösterse de muhtemelen öldüğünde şu anda sizinle aynı boydaydı. Lucy’nin zamanında yaşamış fosillerin çoğu eksik olduğundan, geriye inceleyebileceğimiz soyu tükenmiş her türden bir avuç kemik kalıyor. Bu nedenle arkeolojideki her yeni keşif çok heyecan verici. Her yeni fosil, soy ağacımızın bulmacasını çözebilmemiz için bize yeni bir şans veriyor.


Aşağıdaki dört bileşen, vücudun protein, karbonhidrat ve yağ mimarisinin temel parçalarıdır.
65% Oksijen: Yiyeceklerin enerjiye dönüştürülmesi için kritik öneme sahiptir.

18.5% Karbon: Vücudun yapı taşları olarak adlandırılan omurga, testosteron ve östrojen gibi diğer önemli bileşiklerin önemli bir parçasıdır.

9.5% Hidrojen: Besinlerin taşınmasına, atıkların atılmasına ve vücut ısısının düzenlenmesine yardımcı olur. Enerji üretiminde de önemli bir rol oynar.

3.3% Nitrojen: Proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerde bulunan; DNA'yı oluşturan nükleik asitlerin önemli bir parçasıdır.


Diğer Anahtar Unsurlar
%1,5 Kalsiyum: Kemiklere ve dişlere sertlik ve güç verir; sinirlerin ve kasların çalışması ve kanın pıhtılaşması için de önemlidir.

%1 Fosfor: Gövde ve dişlerin yapımı ve bakımı için gereklidir; ayrıca hücrelerde kimyasal reaksiyonları yönlendiren enerjiyi sağlayan ATP molekülünde (adenozin trifosfat) bulunur.

%0,4 Potasyum: Sinirlerdeki elektriksel sinyaller ve vücuttaki su dengesinin korunması için önemlidir.

%0,3 Kükürt: Kıkırdak, insülin (vücudun şekeri kullanmasını sağlayan hormon), anne sütü, bağışıklık sisteminde rol oynayan proteinler, deri, saç ve tırnaklarda bir madde olan keratinde bulunur.

%0,2 Klor: Sinirlerin düzgün çalışması için gereklidir; ayrıca mide sularının üretilmesine yardımcı olur.

%0,2 Sodyum: Sinirlerin elektrik sinyallerinde kritik bir rol oynar; ayrıca vücuttaki su miktarının düzenlenmesine yardımcı olur.

%0,1 Magnezyum: İskelet ve kasların yapısında önemli rol oynar; ayrıca enzimlerin hücrelerdeki kimyasal reaksiyonlar için enerji sağlamak üzere ATP kullanmasına yardımcı olan moleküllerde bulunur.

İyot (Eser Miktar): Tiroid bezi tarafından üretilen temel bir hormonun parçası; metabolizmayı düzenler.

Demir (İz Miktar): Kırmızı kan hücrelerinde oksijen taşıyan hemoglobinin bir parçasıdır.

Çinko (Eser Miktar): Sindirimde görev alan bazı enzimlerin bir parçasını oluşturur.


Peki ya gelişim sürecine ne diyeceksiniz?
- 4-3,5 milyar yıl önce prokaryotlar (çekirdeksiz tek hücreliler),

- 3 milyar yıl önce fotosentetik bakteriler,

- 2.8-1.8 milyar yıl önce çekirdekli tek hücreliler (ökaryotlar),

- 1.8 milyar yıl önce ilk bitkiler,

- 1 milyar yıl önce ilk çok hücreli yaşamlar,

- 665 milyon yıl önce ilk olası hayvan kalıntıları,

- 570 milyon yıl önce ilk hayvanlar (dickinsonia vb.; bkz. ediyakaran faunası),

- 550-530 milyon yıl önce ilk iskeletli ve kabuklu hayvanlar (brachiopoda vb.),

- 530 milyon yıl önce balıklar,

- 475 milyon yıl önce kara bitkileri,

- 420 milyon yıl önce et yüzgeçli balıklar,

- 400 milyon yıl önce böcekler, tohumlu bitkiler ve ammonitler,

- 360 milyon yıl önce iki yaşamlılar (amfibiler),

- 300 milyon yıl önce sürüngenler,

- 200 milyon yıl önce memeliler,

- 150 milyon yıl önce kuşlar,

- 130 milyon yıl önce çiçekli bitkiler ortaya çıktı,

- 65 milyon yıl önce kuş olmayan dinozorlar, ammonitler, birçok sürüngen ve memeli yok oldu,

- 2,5-2.8 milyon yıl önce Homo cinsi göründü,

- 300.000 yıl önce anatomik olarak modern insanlar (homo sapiens) görünmeye başladılar,

- 40.000-30.000 yıl önce son homininler (neandarteller ve flores insanları) yok oldu.


Peki evrenin sonu var mı?
The Big Rip: Bu senaryoya göre, karanlık enerji, evrendeki her şey (bireysel atomlar dahil) kendini parçalayana kadar evreni giderek artan bir hızla ayırmaya devam ediyor.

Büyük Donma: Benzer şekilde, evrenin genişlemesi devam ederse, gezegenler, yıldızlar ve galaksiler birbirinden o kadar uzaklaşacak ki, yıldızların yıldız oluşumu için hammaddeye erişimi olmayacak ve böylece ışıklar kaçınılmaz olarak sonsuza dek sönecek.

The Big Crunch: İyi haber şu ki, evren onu parçalamakla tehdit eden genişlemeyi sonunda durdurabiliyor. Kötü haber şu ki, potansiyel olarak başka bir büyük patlamayı tetikleyerek kendi üzerine çökmeye başlayacak.

Büyük Slurp: Higgs bulgularının ima ettiği gibi, evren muhtemelen özünde kararsızdır ve bu da bir vakum metastabilite olayının meydana gelmesine yol açabilir.




Ama her neresinden bakarsanız bakın evren holistiktir.





NOT: DERLEMENİN TEMEL ÖĞELERİ WEBDE HER GÜVENİLİR KAYNAKTAN EDİNİLEBİLİR, BU SEBEPLE BELİRTİLMEDİ! AYRICA TARİHLERDE KÜÇÜK SAPMALAR OLABİLİR, YAKLAŞIK DEĞERLER OLARAK KABUL EDİLMELİDİR!

Paylas:

Abone Ol Yayınları Kaçırma!